ABD sıradan bir ülke mi? ABD’nin büyüklüğü ona dünya çapında medeniyetin hamiliğini yapma sorumluluğu verir. Trump bu politikayı mahvediyor. Tam da barbar Rusların istediği şey
diyor bir arkadaşım… Sözünü kendi yöneticilerine geçiremeyen yarı demokratik Ortadoğumsu ülkelerdeki seküler ve yüzünü Batı’ya dönmüş insanlarda son zamanlarda sık gördüğüm bir endişe bu: “Bizi bizim derdimizle baş başa mı bırakıyor Amerika?” endişesi.
Sadece bizimkiler mi? Değil. Kendi ülkesini savunmayı angarya görüp, ekonomik yükümlülüğü de dahil olmak üzere bu işi Amerika’ya bırakan şımarık Avrupalılar arasında da epey popüler bir endişe.
Gelelim benim ne düşündüğüme. Fakat yazının başlığı sarkastik. Onu söyleyeyim de…
Böyle bir dünyada küçük ve zayıf olmak zor diyoruz ama…
Büyük ve güçlü olmak daha da zor olabilir.
Hayatımın yarısını Türkiye’de, yarısını Avrupa’da geçirdim. Her yerde Amerika’ya küfredildiğini duydum. Binlerce kilometre uzaklıktaki memleketlere gemi, top ve tankla gittiği için. Şimdi de gemisini, topunu, tankını geri çektiği için yediği küfürleri duyuyorum.
Trump Amerika’yı izolasyona götürdü deniliyor? Yanlış.
Amerika hep izolasyoncuydu.
İzolasyonculuk, Amerika’nın refleksidir. Yeni Dünya’yı kuranlar, Eski Dünya’dan ve onun savaşlarından, liderlerinden, krallarından bıkıp da kaçanlar değil miydi? Hala öyle değil mi?
Amerika, kendi bağımsızlık savaşında İngilizlere karşı Fransızlardan yardım almıştı. Ancak Fransızlarla İngilizler daha sonra kendi aralarında savaşa girdiğinde George Washington Amerikan dış politikasının rengini net ve kararlı bir şekilde belli edecekti.
Eski Dünya ile ticari ilişkileri mümkün olduğunca ileri seviyeye taşımak. Siyasi meselelerde mümkün olduğunca geride durmak.
1900’lere kadar iyi kötü bunu başarmıştır Amerika. Unutmayalım, Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı’nın ilk üç yılında ülkesini dışarda bırakmayı başardı. Hatta Amerikalı yolcuları taşıyan Lusitania gemisi Manchester açıklarında Alman denizaltısının torpedosuyla batırıldığında dahi savaşa girmedi Amerika. Oysa İngilizler bunu beklemişti onlardan.
Ne zaman girdi Amerikalılar savaşa? Almanlar denizaltı savaşını tırmandırıp Meksikalılara ”Amerika’ya kaybettiğiniz toprakları geri almanıza yardım edeceğiz” dedikleri zaman.
Tabii eklemek de gerek: Amerika’nın önemli ihracat ülkelerinden biriydi İngiltere. Bu yüzden savaşı İngiltere’inin kazanması Amerika için de büyük önem taşıyordu. Fakat Wilson Amerikalı gençleri okyanusu geçirip başkaları için savaştıran başkan olmak istemediğinden bu gerekliliği güzel bir hikâyeye (Making the World “Safe for Democracy”) çevirmeyi başardı. Wilson Doktrini böyle oluştu.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde Milletler Cemiyeti kuruldu. Amerika yoktu aralarında. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki müddet, ülkenin Birinci Dünya Savaşı’na katılmasına yönelik eleştirilerle geçer Amerika’da. Ta ki Pearl Harbour’a kadar. Japonlar bombalarını Amerikan topraklarına bıraktığında, savaş başlayalı iki yıldan fazla olmuştu.
Bizim jenerasyonumuz bunları görmedi. Biz Vietnam’ı ve Kore’yi de görmedik. Ama şunu biliyoruz: Amerika buralardan petrol, altın falan çıkarıp getirmedi ülkesine. Bunlar (doğrusuyla yanlışıyla) ideolojik ve savunma amaçlı savaşlardı. Komünizme karşı… Biz NATO’yu biliyoruz. NATO ve Avrupa’nın savunması ise Amerikan perspektifinden, komünizme karşı verilen mücadelenin içindedir. Vietnam ve Kore’de verilen mücadelenin devamı olarak bakın.
Komünizme karşı verilen savaş kazanıldığında Amerika şu bizim çok popüler ifadeyle ”izolasyon politikasına” dönecekti yine. Evet, yeni muhafazakar şahinler (neoconlar) Amerika’ya başka bir rol biçmeye hevesli görünüyorlardı belki. Ancak George W. Bush’un seçim programının daha az müdahaleci bir Amerika vaad ettiği de bir gerçekti. Maalesef sadece birkaç ay sonra Dünya Ticaret Merkezi’ne saldırı oldu.
Amerikan dış politikası, her ülkenin dış politikası gibi ideallerle gerçeklerin çatışmasıdır. Arada bir denge bulmaya çalışırsınız. Bazı savaşlara girer, bazı savaşlara ise çekilirsiniz. İngilizlere ait Lusitania gemisi Amerikalı yolcuların yanında mühim miktarda cephane de taşıyordu. Churchill için en güzel senaryo, Almanların Amerikan vatandaşlarını boğması olacaktı. Hesap çarşıya uymayınca savaşta atılıp da patlamayan bombalara ”Wilson” ismini taktı İngilizler.
Hesap kitap artık elimizde bugün. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarını saymazsak, Amerika’nın kendine başkaları tarafından biçilen rolleri pek de iyi oynayamadığını görüyoruz. Bizim jenerasyonumuz hepsine şahit olmadı. Ama Irak’ı ve Libya’yı gördük, biliyoruz.
Şimdi beceremediği bir şeyi yapmaktan vazgeçen bir dev olarak karşımıza çıkıyor Amerika. İyi değil mi bu?
Tekrar etsek zararı olmaz: Amerika hep izolasyoncuydu. İzolasyonculuk, Amerika’nın refleksidir.
Amerikan emperyalizmi ve kolonyalizmi, ancak ve ancak solcu ezberi safsatalar olarak kalacaktır. Amerika’nın varoluşu antikoloniciliktir.
Daha iki sene önce yeni bir dünya savaşı çıkaracağı için küfür yiyen adam, iki sene sonra artık savaşmayacağız dediği için küfür yiyor. Trump sadece seçmenine verdiği sözü tutuyor. Medya onu ”Amerikan değerlerine en aykırı başkan” olarak göstermekte ısrarlı. Ancak 2024’de başkanlığı bıraktığında, arkasından farklı şeyler düşüneceğiz bence… Tabii yanıldığımızı, medya tarafından yanlış bilgilendirildiğimizi kabul edebilirsek.